Kalbi tıpkı öyleydi. Hacer'in adına çekişiydi. Hicretti kalbine. Kendinden, kalbine kaçışıydı. Kendi, nefisle doluydu. Oysa kendinden olan kalbi kucaklayandı onu.
Hacer korkmuştu. Biriciği onu göğünde kuşların dahi uçmadığı, yüzlerine kızgın tokatların atıldığı bir yere bırakmıştı.
Bıraktıran, bırakanın gördüğü gibi bırakılanın da halini görüyordu. Onu istiyordu. Hele ki bırakılan teslimdi kendine, ‘o' göklerde kuş da uçurturdu, melekleri de endam ettirirdi.
Hacer'siz nefes yoktu. Hacer'le nefeslendi sivri dağlar. Hacer'in yavrucağıyla rahmetlendi kaderi misafirsizler.
Öyleydi kalbi işte. Sevdiğinden önce çöldü kalp denen. Kendisinin de yolu düşmediği, sevgilisinin mekanı.
Kalbini yokladı. Şükretti haline. Bir zamanlar birine kapı açacağına inanmadığı kapıdan biri girmiş, içeride mekan etmişti. Önce; İsmail'in ayağını vurduğu yerden çıkan suyun sevincini hissetti yüreğinde. Su rahmetti, Rahmet doymaktı. Her acıkışta doymak. Sonra dinginlik. Su ararken yorulan Hacer'in suyu bulduktan sonra gelen dinginliği.
Bu yetti ona.
Şimdi kalbinin etrafında tavaf eden ve her tavafında şükreden biri vardı.
Çok şeydi bu.
O Hacer'di bir zamanlar. Yapayalnız, korkan, geleceğe ümitsiz bakan. Bahtına, siyahiliği karışan.
Şimdi…
Kalbinin etrafında tavaf edilen.
Yenilendi, şükretti.
Yenilendim, şükrettim…