“Vakit Geçmiyor.”
Eskilerin dediğinin tam tersi şimdi; “Zaman nasıl da geçiyor.” Karnına kattığı günleriyle yuvarlana yuvarlana, tüm aceleciliğiyle gidiyor zaman. Gelen zamansa, öncesinin hızında. Hatta sanki öncesiyle yarışır gibi daha hızlı. Bir çamaşır kuruma süresinden daha kısa gibi nefes alıp vermek.
Dünün çocuğu bizler şimdi yetişkin birer kadın, adamız. Bizim amcalarımız, teyzelerimiz son günlerini yaşıyorlar. Gidenlerse ardından gelenleri beklemede.
Bugünün insanı ‘günlerin tadını çıkarması' nı bilemiyorlar. Yoo, heves arzu eksikliğinden değil ciddi ciddi zaman yetiştirememekten. Altı delik kova gibi gün dediğin. Zaman aktıkça, kovaya dolan yok.
Oysa yaz bitiyor şimdi. Kocaman anılar sandığı olmalıydı her birimizin. Tıka basa doldurduğumuz ve taşmışlığından kapanmayan anı sandıklarımız. Sahi çocuklara mı özeldi yaz mevsiminin bitip tükenmeyen, bereketli uzun günleri.
Sabah kaçta kalkardık hatırlamıyorum ama kahvaltısız kapıdan adım attırmazdı annelerimiz. Bizim sofrada sevdiğimiz yiyecekler olmazdı ama annemin onlarca kez suyunu değiştirip tatlandırdığı yeşil zeytin, arı zeytin yağıyla parlardı mutlaka. Önümüzde yığınla zeytin çekirdeği. Bir de yarışırdık üstelik; kim fazla yemiş diye.
Sonra mahallede komşu çocuklarıyla öğle vaktinin kızıl güneşine kadar oynardık. Ne çok ve değişik oynardık. Şüphesiz kızların en güzel oyunu; çamurdan yaptıkları ve kuruttukları bebekleriyle oynadıkları ‘evcilik' kurmaktı. Erkeklerin ise saymayı bekledikleri bilye ütmeleri. Onlar şakırdattıkları bilyeler kadar gülerler, bizse kolu, bacağı kopmayan bebekler kadar….
Acıkırdık. Öğlen atıştırmazdık. Doyasıya yerdik. Annelerimizin yaptığı ‘cacığın' niyetini anlardık esnerken. Öyle bir uyurduk ki dört beş saat.. Bazen komşu çocuklarla kaçar mahallenin en ‘dölle' incirini (yemişini)yerdik. Habersiz. Sonrasında gizliliğimizi deşifre eden annelerimizin ‘helallik alın' ısrarıyla mutlaka helallik alırdık. ‘Yiyebilirsiziniz' dedikten sonra sahibi, nedense el sürmek istemezdik. Nedense?
İkindi vakti; çoğu zaman ellerimizde akşama pişen yemeğin domates-soğan kavrulumunu arasına almış ekmeklerimizle yine sokakta. Taki akşam ezanla beraber annelerimizin çağırışına “Çağla çağla, herkes evine dağıla” diyen çocuğun sesine kadar.
Akşamlarsa geçmek bilmezdi. Aileler babaların etrafında onun izlediği kanalı-çoğunlukla TRT kanalları- izlerdi. Evde ikiden fazlaysa kardeşiniz ohhh yaz akşamlarına... Değmesinler keyfinize. Yıldızlar sayılır, aydedeyle konuşulur, günün kritiği yapılır, bin bir hayaller kurulurdu.
Gecelerse, yarını beklemelerimizdi. Oynayacak çoook oyunlarımız vardı.
Çocuklarda böylede büyüklerde farklı mı. Şimdinin çocuklarına kısa olduğu gibi günler, dünün büyüklerine de genişti zamanlar.
Kadınlar kuşluk vaktine evinin önlerini süpürürlerdi. El işleri, ev gezmeleri, ikindi çayları, kışlık hazırlama mesaileri. Hepsi bir güne sığar, üstüne bol bol ‘halleşirlerdi.'
Üzgünüm…
Ben de bu anların hatırasını yadedenlerdenim.
Şimdi yaz bitiyor. Sanki dün deniz mevsimini beklemiştik. Çoğumuz ayak sokmadan denize geçti, gidiyor işte beklediğimiz…
Günler değil, biz tükeniyoruz.
Bir çaresi var mı? Varsa bir çaresi, takvimden kopardığımız her bir günü ‘doldurduğumuz farklı farklı, anlamlı yaşanmışlıkları' sandığımıza koyalım.
Gün gelecek o sandığa koyabilecek pek bir şeyimiz olmayacak. Ümit var, ancak ‘kıyamet alameti' de bir gerçek.